Liam Duffy*
Bu olayın şiddet yanlısı İslamcılığa karşı yanıtımızda bir dönüm noktası olması gerekiyordu. Bu hafta, bir milyondan fazla kişinin, mizahçıların iki cihatçı kardeş tarafından katledilmesine karşı, tüm dünyada yankı bulan bir meydan okuma gösterinde “Je Suis Charlie” [“Charlie’yim”] dövizleri taşıyarak Paris’in sokakları boyunca yürümesinin altıncı yıldönümü idi.
Bugün birçok Batılı ülkenin eski normaline geri dönmesi ve cihatı teröre bilinçli cehalet ve inkârla yanıt vermesi ile görüyoruz ki, dün “Je Suis Charlie” diyenlerin çok azı gerçekten Charlie’ymiş. Gerçi, Başkan Macron’un ülkenin kendi içindeki radikal İslamcı hareketlerle yüzleşme kararının arkasında şöyle ya da böyle birleşmiş görünen Fransa’da durum böyle değil. Geçen yılın sonunda gerçekleştirilen bir kamuoyu araştırmasına göre, Fransız yurttaşlarının %79 gibi şaşırtıcı bir oranı, “radikal İslamcılığın Cumhuriyet’e savaş açtığı” görüşüne katılıyor.
Eleştirmenlerine göre, Macron’un sert çizgisi, Marine Le Pen ve Rassemblement Nationalkaynaklı sağdan gelen seçim tehdidini azaltmak için tasarlanmış kinik bir manevraydı. Ancak böyle bir iddia, radikal İslamcılığın Fransa’ya karşı ortaya koyduğu tehdidi görmezden gelir. Ayrıca bu, ülkede radikal İslam üzerine gündemi kimin yönlendirdiğini de yanlış okumaktır. Gerçek şu ki, Fransa’nın radikal İslamcılıkla çatışmasının arkasındaki itici güç, sağdan değil soldan geliyor.
Bu kayma bir gecede meydana gelmedi. Solcu feminist kolektif Ni Putes Ni Soumises (Ne Fahişe Ne de İtaatkar), tournantes –ya da “elden ele dolaşanlar”– olarak bilinen bir dizi yüksek profilli organize toplu tecavüz saldırısının ardından, 2002’de kuruldu. Kısa süre içinde, yükselen kadın düşmanlığına ve kadına yönelik şiddete karşı en yüksek tepkiyi koyan grup haline geldiler. Ama özellikle kaygılı oldukları mesele, Fransız yetkililerin toplumsal hastalıklar olarak uyuşturucu ve suçla mücadelede İslamcı ve Selefi gruplara bel bağlaması ve bunları güçlendirmesi idi. Fransız feministlere göre uyuşturucu ve suç karşısındaki bu ittifak, İslamcı kültürün cinsel özgürlüklerin bastırılması, kadın düşmanlığı ve aşırılıkçılık gibi özelliklerine yol veriyordu.
Bu ittifakın pilot bölgesi, Selefi cemaatin genç üyelerini suç ve kabahatlerden uzak tutmak için görevlendirildiği, Paris’e yaklaşık 30 kilometre uzaktaki Trappes komünü oldu. Komün sakinlerinden biri, “annelerin çocuklarının ibadete geri dönmesini” nasıl değerlendirdiğini coşkuyla betimliyor: “İçleri rahatlamıştı.” Bununla beraber 2013’te eylemci Selefilikle birlikte, bu deneyin tamamen başarısız olduğu apaçık hale geldi. Trappes, dini isyanların mekanı haline geldi ve komün, Suriye’ye 80 cihatçı adayı göndererek yüz kızartıcı bir ulusal rekora imza attı. O sıralarda Ni Putes “İslamofobik” olmakla kınanıyordu. Ama isyanlar, onların uyarılarını fiilen doğrulama işlevi gördü.
Ancak Ni Putes, kesinlikle Franda’daki bu tartışmanın çeperindeki aykırı bir değer, yalıtılmış bir örnek değildir. Ni Putes’in kurulduğu yıl, ikinci ve üçüncü kuşak Müslümanlar arasında antisemitizmin ve radikalleşmenin yükselişi konusunda uyaran Les Territoires Perdus de la Republique [Cumhuriyetin Kayıp Toprakları] başlıklı bir derleme kitap yayınlandı. Kitapta, görevleri sadece bilgi değil aynı zamanda Cumhuriyetin değerlerini aktarmak olan bir grup öğretmen, sınıfların etnik ve dini hatlar boyunca bölündüğüne; sekülarizm ve evrensellik ideallerinin benzeri görülmemiş bir meydan okumayla yüz yüze olduğuna işaret ediyordu.
Bu, öğretmenlerin -ya da Ni Putes’in- aciliyet hissinin, solda, hatta merkezde yaygın bir biçimde paylaşıldığı anlamına gelmiyor. Aslında, 2014’ün sonlarına doğru, radikal İslamcılığı çevreleyen ulusal tartışmalar, bir dereceye kadar, utanç verici bir naiflikle boğuşuyordu. O yılın Nisan ayında, gazeteci David Thomson, cihatçı askerlerin IŞİD’in Irak ve Suriye’deki kabus projesine düzenli göçünü değerlendirmek için tipik bir Fransız haber programına çıktı. Bu noktada düzinelerce Fransız cihatçıyla röportaj yapan Thomson, Fransız cihatçıların Fransa’yı meşru bir hedef, “Allah’ın düşmanı” olarak gördüğünü soğukkanlı şekilde açıkladı.
Bugün artık acı verici derecede isabetli olduğu anlaşılan bu kavrayış için, Thomson, ulusal televizyonda aşağılanmıştı. Yedi panelistin ve bir sunucunun öfkesiyle karşı karşıya kalan ve cümlelerini bitirmesine zorlukla izin verilen gazeteci, “popülizm” ile ve Fransız Müslümanları “damgalamak”la suçlanırken, diğer konuklar, IŞİD üyeleriyle İspanya İç Savaşı’nın anti-faşist gönüllülerini karşılaştırıyordu. Fransa elbette bir hedefti. Ve İslamcılığı ve onun militan cihatçı yanlarını anlamaya yönelik dürüst bir girişim, bunu hemen açıklığa kavuştururdu. Adı bilinmeyen bir tutuklu cihatçının yakın zamanda açıkladığı gibi: “Fransa bir simge, bir düşmandır. Eğer onu bir iç savaşa itebilirseniz, Fransa’nın gücünü, toplum sözleşmesini kaybetmesini sağlayabilirseniz, o zaman Avrupa’da bir zafere kapı aralamış olursunuz.”
Thomson’ın her sözünün doğru çıkması çok uzun sürmedi: Sadece bir ay sonra, Suriye cihadından yeni çıkan bir Fransız olan Mehdi Nemmouche, Brüksel Yahudi Müzesi’nde dört kişiyi ateşli silahla vurarak öldürdü. Daha sonra, Ocak 2015’te Charlie Hebdo’ya yapılan saldırılarla Temmuz 2016’da Peder Jacques Hamel’in öldürülmesi arasında, cihatçılar Fransa’da toplam 239 kişiyi öldürecekti. Thomson, başlarına açtığı dertlerden ötürü, cihatçıların öldürme listesine girdi ve saklandı.
Thomson’ın, “cihat şüpheciliği” [cihatçıların topluma karşı ortaya koyduğu tehdide dikkat çekenlere yönelik şüphecilik, ÇN] olarak adlandırdığı şeyin etkisi altındaki Fransız merkez ve liberal solunun büyük bir kısmı için, saldırılar sert bir uyanış oldu. Özellikle, Charlie Hebdo’nun ofislerindeki çatışmalar, Fransız solunun seküler, din karşıtı değerlerinin özünü vurdu. (İngiliz medyasının dergiyi İslamofobik ve ırkçı olarak tasvir etmesine rağmen, dergi solun geleneklerinin sıkı sıkıya içinde kalır.)
O zamandan bu yana, Fransız siyasî toplumunun her kesimi, radikal İslam tehdidine uyanmış durumda. Tıpkı Ni Putes’in haklı çıkmasında olduğu gibi, Les Territoires Perdus de la Republique’e katkıda bulunanlardan biri olan Iannis Roder adında bir tarih öğretmeni, kendisini aklanmış ve halkın gözü önünde buldu. 2017’de bir Ted Talk sunmaya davet edilmesi, Roder’in liberal profesyonel sınıflar tarafından topyekûn rehabilitasyonunun [iade-i itibarının, ÇN] sinyaliydi. Roder, bugün hala, etkili bir sol eğilimli düşünce kuruluşu olan Fondation Jean-Jaurèsaracılığıyla, okullarda “ayrılıkçılığın” tırmanması ile mücadele ediyor.
Daha da önemlisi, bir grup solcu yorumcu ve siyasetçi, Ni Putes ve diğerleri tarafından güçbela oluşturulan retorik ve ideolojik bölgeye nihayet adım atmış durumda. O dönemki Başbakan Manuel Valls, güvenlik, laiklik ve radikal İslam konularında sosyalist arkadaşlarından daha sağlam bir tutum benimsemiş ama bedelini seçimle ödemişti. Gilles Clavreul ve Laurent Bouvet gibi önde gelen sosyalist sesler, aşırı solun İslamcılığa hoşgörüsüne eksiksiz bir eleştiride bulunurken, sağlam biçimde solda duran gazeteci Caroline Fourest ve Marianne dergisi, İslamcılığa karşı sert ve korkusuz kamusal savunucular haline geldi.
Akademisyenler bile bu gruba katılıyor artık. Önde gelen biliminsanı Bernard Rougier, 2002 yılındaki tartışmaları alevlendiren makale derlemesini hatırlatan Les Territoires Conquis d’Islamisme’i [İslamcılığın Fethettiği Topraklar] yayınlayarak, Fransa’daki radikal İslamcı hareketlerin büyümesini -ve daha da önemlisi radikal İslamcıların de facto [fiilen] yerel otoriteler haline gelişlerini- ayrıntılı olarak anlattı. Kısa sürede, radikalleşmenin sosyoekonomik nedenleri hakkında uzun süredir apaçık olan gerçekler, Hugo Micheron’un eserinde örneklediği gibi titiz bir sorgulamaya tabi tutuldu. Örneğin, Trappes yabancı cihatçı savaşçıların rekorunu elinde tutarken, aynı sosyoekonomik profile sahip komşu bir belediyeden neden katılım olmamıştı? Güneydeki küçük ve zengin kent Lunel’i “Fransız cihadının başkenti” yapan ama sosyal hastalıklardan payına düşeni alan büyük bir kent olan Marsilya’yı aşırılıkçılığın cazibesinden muaf kılan neydi?
Hayati önem taşıyansa tüm bu gelişmelerin ana akımda gerçekleşmiş olmasıydı. Kamusal entelektüalizm kültürü sayesinde Roder, Thomson, Fourest, Rougier ve Micheron gibi kişiler, İngiliz meslektaşlarının kendilerini ancak bir terör saldırısının ardından bulabilecekleri şekilde televizyon programlarına çıkıyor ve gazetelerde yer alıyorlar. Bu durum, Batı’nın radikal İslam’a dair anlayışının siyasî kabilecilik tarafından kösteklenmek zorunda olmadığının ferahlatıcı bir hatırlatmasıdır: Britanya’daki sol için radikal İslamcılığın sebebi Batı’nın dış politikasıdır; ortalama liberal fikirli bir akademisyen için, ekonomik ve sosyal marjinalleşmedir; aşırı sağ ve sağın bazı kesimleri içinse, suçlu İslam’ın kendisidir.
Buna rağmen Fransa’da son yıllarda merkez sol bu ağır yükten sıyrıldı ve İslamcılığa karşı ve Cumhuriyetin değerlerinden yana görüşlerini açıkça ifade etti. Evet, uç sol “anti-emperyalizm”e ve kimlik siyasetine takıntısını sürdürdü. Ama uçlarda olmayanların, artık aşırı sağcılar gibi sıradan Fransız Müslümanları suçlamadan İslamcılığın siyasî boyutlarına odaklandıkları şüphe götürmez.
Bu özellikle önemli, zira hiçbir şey Batılı aşırı sağı sistemin günün çetrefilli sorunlarıyla yüzleşmek istemediği algısı kadar güçlendirmedi. Buna rağmen Fransa’da -ve muhtemelen İngiltere’deki bizler için bundan çıkarılacak bir ders var- sol ve merkez, halıyı aşırı sağın ayaklarının altından çekiyor. Buradan, merkezci liberallerin eski sevgilisi Emmanuel Macron’un da aynı entelektüel yolculukta olduğu anlaşılıyor. Fransa için geriye kalan tek soru, bunun çok az olup olmadığı, çok geç olup olmadığıdır.
*www.dunyadanceviri.com’dan alınan bu yazıyı S. Erdem Türközü çevirdi.